Uşak TV
2021-10-19 22:41:27

HATIRALAR 1 ZORDUR HAKKIN YANINDA OLMAK ve MAZLUMUN YANINDA DURMAK

ALİ GALİP BALTAOĞLU

admin@usak.tv 19 Ekim 2021, 22:41

HATIRALAR 1

ZORDUR HAKKIN YANINDA OLMAK ve MAZLUMUN YANINDA DURMAK

Mezhepleri geniş olanlar, mezhep imamlarına rahmet okutuyorlar. "Sultanın sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez” diyen İmam Hanefi’nin sözde müntesipleri “iktidara zarar verecekse doğruları söylemek caiz değildir” diye fetva verebiliyor.

Ne kadar genişlemişler değil mi? Hayret!

 Zordur hakkın yanında olmak ve mazlumun yanında durmak. İnanmayana sözüm yok. İnanan için imtihan tam da budur. Fakat insanların çoğu bilmez ve çoğunluğun, daha doğrusu güçlü gördüğünün peşine takılır.

Allah(c.c.)’ın “Şayet yeryüzündeki çoğunluğa uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, sadece zanna uyarlar ve yalnızca tahminle iş yaparlar,” (6/ 116) uyarısına çoğunluk uymaz.

 ABD’li barış aktivisti güzel yürekli zarif kız Rachel Corrie’nin, “Zulüm bizdense ben bizden değilim...” sözlerinin manasını bilmeyen, düşünmeyen, insan yiyen her türlü ideoloji körleri cennet umut ediyorlarsa, etmesinler! Zira, elbette Allah bilir ama Rachel Corrie ve benzeri şahitlerden sıra gelirse biz ancak gireriz cennete!

Zulüm bizdense ben bizden değilim...” ne büyük bir söz! Tanınmış bir hoca bu sözü sosyal medyasında paylaşıyor. Adam altında yazıyor: “Sen zaten hiç bizden olmadın.” Adam mezhebi meşrebi için hocaya muhalefet edeceğim derken, zalim olmayı kabulleniyor! BİZDEN ol gerisi önemli değil! Bu zihin çerçevesi cennette Rachel’ e de yer bulamıyor! Cenneti de parsellemişler. Ali Şeriati bu modelleri “Zulmeden dindardan daha kötüsü, zalim bizdendir diye susan dindardır..." cümlesiyle ne güzel tarif etmiş.

Kendilerini, toplumlarının aydınları, ileri gelenleri, önderleri diye sunan bu adamların zavallılığına hep hayret etmişimdir. İlkel düşünceleriyle hiçbir derdin devası olamayacak bu nevi adamlara en azından toplumun bir bölümünün itibar etmesi çok büyük bir meseledir.

Toplumda belirli etkisi olan bu arkadaşlar kesin inançlıdırlar. BİZ’den ve ÖTEKİ’lerden ibaret dünyalarında ideolojileri üzere ürettikleri kelle sayılarıyla hedefe ulaşacakları vehmine esir olmuşlardır. Hedefe giden yolda gerekirse şeytanla bile ittifak etmenin zaruretine inanırlar. Yeter ki bu ittifakı taptıkları yapsın! Hakikati hatırlatanlara şeytanla ittifaklarının geçici ve bir zaman için mecburiyetten olduğunu söylerler.

İnsanları kandırmadan önce kendilerini kandırırlar! Hakikati söyleyen yoldaşları hakkı hatırlatmada direnirse onlara da düşman olur hain ilan ederler.

 Allah’a yardım etmeyenin Allah’ın yardımından mahrum kalacağı gerçeğinden gafildirler. (47/7)

Sonuçta bir çok rezillikler yaşadıktan sonra ölüp giderler bu dünyadan.

Neler Gördüm Neler Yaşadım.

Hayat tekamülüm boyunca bu gerçekleri teşhis ederek hatalarımı en aza indirmeye gayret etmeye çalışarak yaşamaya çalıştım. Ama bir hakikat var ki benim için çok acı, bir o kadar da öğretici olmuştur.

En büyük kazıkları kendi mahallemden yedim.

Beraber yetiştiğim bir çok arkadaşımız dünyanın rengine kanarak hakka değil mahallelerinin ali menfaatlerine dolayısıyla çoğu zaman kör nefislerine hizmeti yeğledi. Zira dünya oradaydı ve renkliydi.

Neşet baba cahildim dünyanın rengine kandım, demiş, halk irfanından ve kültür ummanından işaret fişeğini çakmıştı. Ama insanların çoğu ne cahil olduğunu biliyor, ne de dünyanın renkleriyle ilgili kandırılma süreçlerini fark ediyor.

 FETÖ’nün kandırdığını fark ediyorlar da dünyanın kandırdığını nedense fark edemiyorlar!

 Bu sebeple olsa gerek herkes kendi FETÖ’sünün kandırılma süreçlerinde emin adımlarla ilerliyor.

Ben Sistemle Kavga Ederken Mahalle Benle Uğraştı.

Ben firavun tabiatlı YÖK başkanlarıyla ve rektörlerle mücadele ederken, akademik özgürlüklerime ve haysiyetime sahip çıkmaya çalışırken, mahallemden bir çok kişi aleyhimde rapor yazıp beni akademiden atmaya çalışıyordu. Neden? Zira ilahları (rektörleri) veya YÖK başkanına dayanan güçler öyle istiyordu.

Halbuki ben onlara hiçbir zarar vermemiştim. Bana düşmanlık etmelerinin hiçbir mantıklı sebebi yoktu.

Efendileri atıl kurt dedi, atıldılar. Üstelik kurt da değildiler!

Bu konuda ne yapıyorsunuz siz diye ikaz eden ehli insaf sahiplerine “ama canım o da rahat dursun, konuşmasın, sonuçta karşısındaki bir rektör” gibi savunmaların arkasına sığındılar. Hak ediyor, demeye getirdiler. Halbuki ben konuşmuyordum, yapıyordum! Konuşan, hem de boş beleş konuşan onlardı! Makam ve payelerin sarhoşluğuyla tın tın olduklarını, şahsiyet erozyonunun sonucu çöle dönüştüklerini fark etmediler. Bu tiplere birkaç örnek verelim.

Bugün vefat etmiş hesabı Allah’ın yanında olan Konya’dan tanıdığım bir profesör o günkü rektörün davetiyle Uşak’a geldi. Rektör onu Eğitim Fakültesine dekan yapacağı vaadiyle getirmişti. Tarihçiydi ve rektörün emriyle bilimsel çalışmam olmadığına ve yeterli olmadığıma dair rapor yazdı.

Hocam Nejat GÖYÜNÇ, hocanın elinden tutup yardımcı olduğu hasbelkader profesör yapılmış, hiçbir özgün eseri ve makalesi olmayan birisiydi. Birbirinin tekrarı sayılabilecek, lisans öğrencilerine yaptırdığımız türden derleme diye nitelenen harcı alem eserlere imza atmıştı! Konya’da ulaşamayacağı dekanlık görevine Uşak’da vasıl oldu. Bir müddet İİBF’de dekanlık yaptı. Kendisine Eğitim Fakültesi söz verilmişti ama makama kavuşmak için hizmet ettiği otorite sözünü tutmadı. Sözler tutulmayınca geldiği yere Konya’ya döndü. Sanıyorum bundan hemen sonra sağlık problemleri başladı. İstediği dünyevi makamlara istediği gibi kavuşamadan Allah’a kavuştu…

Anlayacağınız bu rahmetlinin çapını, sinüsünü kosinüsünü biliyordum. Fakat o kendini bilmiyordu. İlahlarının arzusuna uyarak benim bilimsel yeterliliğim olmadığı hakkında rapor yazacak kadar kendini bilmiyordu. Kör nefsani arzuları için sadece bana değil ailemin, çocuklarımın ekmeğine de saldırmıştı. Üç kuruşluk makam için yaptı bunu. İsteseydim yazdıklarını elime alıp onu dünya aleme rezil edebilirdim. Nefsime uymadım.

Bir başka örnek daha vereyim. Yine rektörün ricasıyla Konya’dan bir başka profesör aleyhime rapor yazdı. Halbuki bu kişinin Konya’da asistanken (1991 veya 1992) doçentlik jüri raporu benim elimden geçmişti. Hocam Nejat GÖYÜNÇ, şunları oku ve bana bir rapor çıkar diye önüme koymuştu. Bu Nejat Hoca’nın adam yetiştirme metoduydu. görebildiğim kadarıyla eksiklikleri çıkardım. Benden sonra kendisi inceleyip benim göremediğim ve fark edemediğim bilimsel hataları ortaya çıkarmış bana göstermişti. Dosyanın çok ciddi bilimsel gafları vardı. Yani bu arkadaş eksikliklerini çok iyi bildiğim bir akademisyendi. O da aleyhimde rapor yazdı. Şaka gibi!

Yazarken kelime oyunlarına sığınmıştı. Aklı sıra ben sorumlu değilim diyecek şekilde kıvırmaya müsait sözler etmişti. Aleyhime rapor düzmüş, sonunda da atamak veya atamamak makamı âlîlerinindir tarzında bir cümleyle bitirmişti. Akademiden atılırsam Konya’daki dostlarımdan göreceği tepkiye karşı böyle bir tedbir almıştı aklınca. Bu son cümlesine dayanarak ben olumsuz karar bildirmedim atamama kararı benim değil ilgili makamın diyecekti!

 Sonuçta bir rektör ondan ricada bulunmuş o da hayır diyememişti! Raporlarında gerçeği söyleyip söylememek önemli değildi! Dönüp aynada kendini görmesi ise hiç mümkün değildi.

Gerçi karakterlerini gösteren bu düşüklükleri boşuna yapmış oldular. Zira idarenin hukuka aykırı işlemlerin hepsini idari yargı yoluyla iptal ettirdim. Adamların hukuka aykırı ve rektör ricasıyla yazdığı aleyhimdeki raporları hiçbir işe yaramamıştı! Gerekmediği halde düzenlettirilen hukuk önünde butlan (yok hükmünde) evraklar olarak kaldılar. Dolayısıyla idari yargıda idare lehinde hiçbir etkisi olmamıştı. Hazırladıkları evrakların tek etkisi, kendilerine oldu. Öbür dünyaya yanlarında götürdükleri/götürecekleri kötü bir amel olarak defterlerine yazdırdılar! Bir firavun müsveddesine hizmet edeceğim diye kötülük için mesai yap, firavununu memnun edecek bir sonuç da alama ve günahı yanında götür. İnanan için ne acı bir tecelli.

Evet dostlar, bu adamların hepsi benim mahallemdendi?

Ama benden değildiler. Zira zalimdiler ve zulmün yanında oldular. Firavun istedi diye bana düşmanlık yapmakla kalmadılar. Ekmeğimden etmek için çalıştılar. “Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar.” (11/113) hükmünden korkmadılar!

Bunlara düşmanlık etmek isteseydim uykuları, kaçar huzurları kalmazdı! Ancak benim düşmanlığımın bir anlamı olmalıydı. Firavunlarla, sistemin sahipleriyle kavga ederken, böyle küçük adamlarla vakit kaybedemezdim. Güldüm geçtim zavallılıklarına. Bunlarla savaşmaya kalksaydım gerçek hedefi şaşırmış olur ve girdiğim tüm kavgaları kaybederdim.

Haa unutmadan söyleyeyim. Aynı teklif emekli olduktan sonra Uşak üniversitesinde bir dönem hizmet veren ünlü bir tarihçi hocamıza da yapılmıştı. Ama o aleyhime rapor düzenlemeyi şiddetle reddettiği gibi, üniversitede dışlandığım, bana selam verenin sürüldüğü bir dönemde odama kadar gelip beni ziyaret etme lütfunda bulunarak idareye konumunu açık olarak göstermişti. Yaş haddinden emekli olduktan sonra Uşak üniversitesinde hizmet veren yılların emektar hocasının idare tarafından dışlanarak yok edilmek istenen bir öğretim üyesini ziyaret etmesi ve bunu herkese duyurarak aleni yapmasının bir nedeni vardı. Zira o bir ilim adamıydı ve geldiği yere takla atarak gelmemişti. Üniversite idaresine ben sizin ali cengiz oyunlarınıza alet olmam, dedi. Demem o ki mahalleden böyle adamlar da çıkıyor ara sıra!

Bir başka örnek daha vereyim. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde son derece zalimane uygulamalarıyla meşhur 28 Şubat Rektör Şan ÖZ-ALP’li yıllar. Bu rektörle amansız bir hukuk mücadelesine girmişim. Süreçler uzadıkça uzamış. Bu dönemde şikayet ettiğim dosyalar sonraki rektör Halim SÖZBİLİR dönemine intikal etmiş. Mahkeme (Danıştay Kararı) zoruyla, hakkımda usulsüz soruşturma yapmış eski bir dekan hakkında soruşturma açtırmıştım. Ve dosya Konya’dan çok yakın tanıdığım ve o sırada AKÜ’de Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı olan o arkadaşım da soruşturmayı üstlerinden emir alarak usulsüz olarak kapattı. Bir gün Afyon’da Fakülte merdiveninde karşılaştık! Hakikati yüzüne çarptığımda, bana sarılarak affet kardeş, idareci konumundayım, biliyorsun bu işleri, türünden laflar etti. Güldüm. Ne diyeyim? Söylediğimde dediğimi anlamayacak! Halbuki sorun tam da buydu. Ben bilmiyordum onun bildiği bu işleri! Hayatta sorular hep çalıştığım kitaptan gelmişti. Kitap kavlince cevaplar vermiş, veriyor ve vermeye çalışıyordum. O’nun bildiğimi düşündüğü işlere uygun bir cevabım yoktu benim! Nasıl anlatayım bu tür ayak oyunlarıyla ulaşmak istediği yere ulaşamayacağını. Allah dilemeden onun dileyemeyeceğini.(81/29) Rektör olmak istiyordu. Olamadı. Allah kısmet etmedi. Sanıyorum görevlendirmeyle gidip bir vakıf üniversitesinde rektör yardımcısı oldu. İnşallah rektör de olacak. Sonra da YÖK başkanı belki de bakan!

 Yalan Söylemek Caiz mi?

Hayat yolunda tecrübelenen ve imanını ve itikadını da ana kaynağa yani Kurana giderek mütemadiyen yenileyen birisi olarak yanlış yaptığını düşündüğüm herkesi eleştirmeyi ülkeme borç bildim. Dilimi eğip bükmeden doğru bildiğimi söyledim, söylemeye çalıştım. “… Allah’a itaatsizlikten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın”(33/70)

En çokta bu konuda eleştirilere maruz kaldım. Ama çok zorlandım. Halende zorlanıyorum. İlk başta mahallenden insanlar çıkıyor karşına. On yılların hukukunu zedelemeden kırmadan dökmeden, insanlığını kaybetmeden yürümek zorundasın. Geleneği din ve itikat zanneden kesin inançlı bir çok arkadaşına laf anlatmak zorunda kalıyorsun. O kadar zor ki?

 Söyleyin dostlar “iktidara zarar verecekse doğruları söylemek caiz değildir” diyen adamlara itibar edilir mi?

Kitapta olanın tam tersini söylüyor adam. “….bile bile Allah hakkında yalan uyduruyor” (3/78).

Yaş ilerleyince korku duvarını aşmış anlaşılan. “ Konuşanın ancak doğru ve uygun olanı söyleyeceği” (78/38) günden pervası kalmamış!

Geçmişini biliyorum bu fetvayı verenin. Geçmişte böyle değildi, dünyanın rengi bozdu onu! Belki de geçmişte de böyleydi de biz habersizdik! Bugün geldiğim çağda ve yaşta net olarak biliyorum ki, bu tür sözler edenlerle aynı dinin mensubu değilim.

Sizin dininiz size, benim dinim banadır” diyorum.

Başkaca diyecek söz yok.

Sevdiğim Bir Ağabeyim.

Uşakta sevdiğim yaşı bizden daha ileride bir avukat ağabeyim var. O da beni sever ve sempati duyar biliyorum ama eleştirilerime çoğu zaman çok kızıyor. Üzülüyor ve anlam veremiyor. Ali Galip Hoca neden böyle yapıyor diye soruyor, sorguluyor.

 Bu sebeple olsa gerek sosyal medyada bana zaman zaman sert çıkışlar da yapar. Ben de onu kırmadan usulünce nedenini anlatmaya çalışırım.

En son genç bir kaymakamın, genç bir öğretmene densiz davranışına bir kardeşimizin sosyal medyada Atatürk örneğiyle eleştirmesini (ki bu sol cenahta da milliyetçi cenahta da böyle yapıldı) eleştiri konusu yaptım.

 Dedim ki;Gazi, Mustafa Kemal Atatürk son devletimizin kurucusu ve büyük bir adam. Ancak böyle şeyleri Atatürk ismi üzerinden politize ederek eleştirmemek gerekir. Zira Atatürk çağının adamıdır ve otokrat gelenekten gelen otokrat bir adamdır. Yaşadığı kültürün adamı, dolaysıyla Osmanlıdır! Sizlerin bu tür eleştirileri karşısında bir başkası da o dönemden olumsuz örnekler getirebilir. Örneğin benim doktora tezim Atatürk Dönemi Valileridir ve bu tür adamların o dönemde de çok miktarda örneğini biliyorum. Yanlış yanlıştır. Şayet tabu haline getirilmiş isimler ve izimler üzerinden yanlışı eleştirmeye kalkarsak işi kayıkçı kavgasına döndürürüz ve bir yere varamayız. Örneğin siyasal tavır ortaya koyan, iktidarın il başkanı gibi davranan valilerin davranışları eleştirildiğinde, bir iktidar mensubu televizyonda Atatürk dönemini örnek göstererek yapılanı savunmuştu!!! 1936'da her ilin valisi aynı zamanda CHP'nin il başkanı olmuştu! İşte bunu örnek göstermişti. Halbuki bu devrinde de büyük bir yanlıştı. 2020 de o yanlışı örnek göstererek bugünkü bazı valilerin yanlış davranışları meşru ve doğru gösterilmeye çalışılıyordu. Ne de olsa Atatürk yapmıştı ya! Adam bunun arkasına sığınarak 2020'ye çağdışılığı getiriyordu! Bu nedenle eleştirilerimizi geçmişte yaşayan devlet adamlarının doğru ve yanlış davranışları üzerinden temellendirmek son derece yanlıştır. Evrensel değerler, insanlığın ortak değerleri üzerinden eleştiri yapmak gerekir.

Bu arada şunu da ekleyerek yanlış anlamalara mahal vermeyelim. İl başkanlığıyla valilik makamının birleştirilmesi eylemi, 1936’da çağına çok uygun düşen bir icraattı. Bugün bunu hatırlatan görüntüler tamamen çağdışı bir geriliği temsil ediyor. Yani bugün daha fazla eleştiriyi ve tepkiyi hak eden siyasal bir davranış şeklidir.

İşte bu eleştiriyi ağabeyim de beğenmiş ve “Yazının altına imzamı atarım. Ancak kantarın topuzunu çoğu zaman bizim tarafa kaçırıyorsun. Bir bakıma haklısın da...Ama biraz insaf et..” demiş. İşte bu abimi bunun için seviyorum. Samimi insan. Her ne kadar bir mahallenin ferdi de olsa içinde bir yerlerde hakkı biliyor. Ama biraz insaf et serzenişinde, bulunduğu mahallenin öteki mahalleden çok daha iyi olduğu kesin inancı var. ÖTEKİ’ler geldiğinde daha da kötü olacaktır. Buna inanıyor.

Haksız mı?

Valla buna tamamen haksız diyemem. Haklı olma ihtimali elbette vardır. Ancak, bu tespitimin temeli mahallelerin birbirinden farklı olduğuna dayanmıyor. Topyekûn insan kalitemizin düşüklüğünden kaynaklanıyor. Hani televizyonların siyah beyaz olduğu dönemlerde bir reklam repliği vardı. “Yok birbirimizden farkımız ama biz Osmanlı bankasıyız

İşte o hesap!

Burada şunu da belirteyim. Yaşı kemale ermiş bizlerin ve büyüklerimizin ÖTEKİ’ler geldiğinde daha kötü olacak kesin inancını taşımamalarında, bu korkuyla sistemi tıkamamalarında fayda var. Zira zaman zemin ve nesiller değişiyor. ÖTEKİLER geldiğinde bir bakmışsınız ne biz, ne onlar kalmış. ÖTEKİLER bize dair geçmişin gerçeği, geleceğin yalanıymış!

Anadolu’da (Efes) yaşamış olan filozof Herakleitos (M.Ö 535?-475 ) ve aynı çağda Hindistan’da yaşamış Buda (563/483 ), “Değişim, değişmeyen tek şeydir” demiş. Bu söz Karl Marx'ın meşhur kitabı Das Kapital'in girişinde “Değişmeyen tek şey değişimdir.” şeklinde yer almış. Demem o ki, değişimi fark etmeyenler kaybeder. Zira anlayamaz ve anlamlandıramaz. Sonuç olarak hep geç kalır!

Şu hakikati ifade ederek yazımızı sonlandıralım. Bugünkü sorunların sebebi halk değil, halka yol ve yön verecek sözde aydın takımıdır! Toplumun önderleri olacaklar, görevlerini yapmıyorlar. Dünyanın rengine kanmışlar! Çoğunun kafasının had safhada karışık olmasının yanında, donanımsız olması da ayrı bir mesele. Kafa karışıklığı bir yerde iyidir diyeceğim ama donanımsızlık tam bir facia!

 Bunun da sağı, solu, ortası yok maalesef. Topyekûn böyleyiz.

Her hal ve şartta doğruyu söyleyecek okuyan yazan kültürlü insanımız o kadar az ki! Nesli tükenmiş kel aynak kuşları gibiler.

 “Ey günah işleyerek kendilerine yazık eden kul­la­rım! Al­lah’ın rah­me­tin­den ümidinizi kes­me­yi­n! Çünkü Al­lah, bü­tün gü­nah­la­rı bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir,” (39/53) ayeti gereğince ümidimizi yitirmedik ve yitirmiyoruz elbette.

Lakin bindik alamete gidiyoruz kıyamete hissini yenmekte zorluk çektiğimiz de bir hakikat. Ne diyelim. Rabbim hayırlara dönüştürsün.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.